14 Ekim 2008 Salı

BAZAN

Masumiyet Müzesi'ne..

Bazan hiçbir şey yapmaz öylece otururduk.Bazan gecikmiş sonbaharlarda cumartesi öğleden sonraları güneş bir masal gibi düşerdi bulunduğumuz yere. Bazan zaman dursun isterdim. Bazan şehirden yavaş yavaş uzaklaşırken güneşe dönen ayçiçeklerine yollarda kurulmuş kazanlarda buharı üstünde satılan mısırlara,sararan buğdaylara uzun uzun bakar hayran olurdum.
Bazan yağmur yağacak derdi televizyon ama yağmazdı. Bazan evde,sokakta bütün her yerde sihirli bir sessizlik olurdu. Bazan babam maç seyrederken yüksek sesle söylenir,televizyonu kapatır biraz sonra dayanamaz yeniden açardı. Bazan annem dünyaya erken geldiğini gülerek biraz da yakınarak ifade ederdi. Bazan yaz geceleri balkonda yaptığımız sohbetlerde gülen seslerimiz ağustos böceklerinin seslerine karışırdı. Bazan maç sonraları silahlar patlar kedim kucağıma sığınırdı. Bazan ani bir rüzgar çıkar açık balkon kapıları gürültüyle çarpar evimizin camları titrerdi. Bazan uzaklarda şimşekler çakar,gök gürlerdi.Bazan yalnız kendimin değil hepimizin önemsiz olduğunu derinden hissederdim.
Bazan O çok yakışan kol düğmeleri olan gömlek giyer, bir çift kol düğmesi hediye etmenin vaktidir diye düşünürdüm. Bazan vazoda duran çiçeklerin günlerce sonra bile solmamalarına şaşırır kalırdım. Bazan telefonu çalar benden uzaklaşarak konuşur olduğum yerden kalbim kırık arkasından bakardım. Bazan akşama gelecekseniz balığı hazırlıyorum derdi Bülent. Bazan başucumuzda müzik olurdu.Bazan avuçlarının içine yanağımı dayar hayatın o avuçların içinde olduğunu düşünürdüm. Bazan içim acırdı.
Ve bazan zamanı unutur , sadece “Şimdi” nin içine yumaşacık bir yatağa yatar gibi uzanırdım.

Ekim 2008 Antalya

16 Nisan 2008 Çarşamba

Ait Olduğum Yerler

perge 2008Antik şehirlerin tozlu yollarını kendime hep yakın buldum.Hele mevsim yaza dönmeden, baharın ilk günlerinde şu oturduğum taşların kenarlarından çıkan otlar tek tük açmış papatyalarla beraber bu Roma dönemi kalıntılarıyla dolu vadiyi seyretmeyi seviyorum.



Uzaktan hangi ülkeden olduğunu fazla seçemediğim bir turist elinde fotoğraf makinasıyla inişli çıkışlı patika yolda yüremeye çalışırken beni görüyor ve el sallıyor. Aynı şekilde bende ona.Başka bir patikadan aşağıya inmeye çalışan çobanını göremediğim keçi sürüsünü de saymazsak bu koca vadi de galiba başka da kimse yok.



Burda unutulmuş bir zamanın ıssız günlerinden birindeyim.Sanki şarkı söylermiş gibi bir uğultuyla insanı fazla üşütmeyen bir rüzgar,kuleleri,agorayı,hamamları,su kemerlerini geçip saçlarıma dolanıyor ve o güzel eski zamanların o mutlu günlerin kokusunu getiriyor.Bu antik şehir kekik kokuyor.

Pergeİnsana hala yüzyıllar öncesinin soylu,kalabalık ve şatafatlı hayatını hatırlatan şimdiyse yorgun,yalnız kimbilir ne zaman gelen bir kaç turisti ağırlayan bu unutulmuş antik kente gelmemin şu an burda olamamın nedeni de belki bu hissettiğim duygudur.


Herşey, tıpkı burda olduğu gibi , beni bırakıp o kadar uzağa gitti ki..

Ne kadar toplamak istesem de hayat hep dağıldı.
Zaten tam anlamıyla mutlu kılan bir bütünlük oldu mu.Hatırlamıyorum..

Şimdi burda otlar,keçiler ve yapayalnız bırakılan bu şehrin kalıntılarıyla birlikte hayatımın kaçıncı baharını yaşıyorum kimbilir.Topladığım papatyalardan yaptığım demet elimdeyken kalkıp,antik tiyatroyu geçtikten hemen sonra sanki apar topar terkedilmiş izlenimini veren seramik atolyelerinin,dükkanlarının önünden geçip şimdilerde yemyeşil olan kasabanın yolunda yürüyeceğim.En fazla birkaç zayıf ve üzgün bakışlı köpek ,ürkek bir kedi,meraklı bir Fas kumrusu eşlik edecek bana.Ne yaparsam yapıyım nereye gidersem gideyim beni hiç terketmeyen bu tarifi ve anlatılması imkansız duyguyla beraber.
Perge
Hep buraya geldiğimde yaptığım gibi..
Tarihin sustuğu zamanlarda olduğu gibi...
Hep istediğim gibi..
Nisan 2008
PERGE

12 Şubat 2008 Salı

Kendime Ait Bir Ada

“Bir kadının yazar olabilmesi için parası ve kendine ait bir odası olması gerekir”
Virginia Woolf


Evet bütün dünya kendime ait bir odadan ibaretti.Arnavut kaldırımlı dar sokağa açılan küçük balkonlu pencereden dışarıya bakarken düşündüğüm tek şey buydu.

Bu ada kentinin ne sokaklarını ne insanlarını tanıyordum.Tek yapmam gereken dışarı çıkıp biraz yürümek ve insanlara gülümsemekti.Ama sanırım en zor şey değişimler oluyor.Hayatımı değiştirmek istemiştim yeni başlangıçlar yapmak yeniden bir düzen kurmak.Ama öylesine kaçar gibi gelmiştim ki buraya bütün o toplanmalardan,ilişiği kesmelerden,vedaların kargaşasından sonra bu sakinlik bu yolun henüz başında olma halleri pek alışkın olduğum durumlardan değildi.İşte bu yüzden çiçek desenli duvar kağıtlarıyla süslü,rüzgarda uçuşan dantelli tülleri olan,yarı dökülmüş varaklı aynaların ve İngiliz asaleti taşıyan pirinç karyolanın olduğu bu odadan dışarıya çıkmaya gücüm yetmiyordu.

Buraya gelirken bindiğim aracın şöförü bir sürü şey anlatıyordu.Bu boş ovaların,çıplak dağların
tek tük binaların arasında sanki uçsuz bucakmış gibi görünen yolda ilerlerken,adanın ıssız coğrafyasına uygun boşluk hissi her yanımı sarıyor,bu kısa yolculukta bile sürekli resim çekmeye
çalışanların komik halleriyle yaşadıklarım çelişiyordu.

Hayatı sanki saklayabilecek bir şeymiş gibi yaşayan, herşeyi biriktirip,fotoğraflayan ve kayıt altına alan insanlara hep hayret ettim.Ne yanıma fotoğraflar aldım nede hatırlatıcı küçük nesneler. Zaten bana ait olanlar belleğimle birlikte gelmedi mi buraya kadar.

“Nedense bu şehir seni hatırlatıyor bana,sanki beraber bu sokakları adımlamışız gibi..”
Aylar önce hiç beklemediğim bir anda telefonun ucunda söylenmiş bu söz mesela.Kalbimin deli gibi çarpışı,hep saklamak istediğim o sesin yankısı kulaklarımdayken ,O anı hatırlamak içime dokunuyor.Beni hem mutlu ediyor hem de aynı anda derin bir acıyla ağlatıyor. İşte herşey ezberimde.Bütün yazdıkları gibi..Bütün tarihler,bütün telefonlar gibi.

Gücümü zor da olsa toparlayıp birlikte adımlıyamadığımız bu sokaklarda tek başıma dolaşıyorum.İnanması zor gibi gelir ama yolda yürürken,önünden geçtiğim klisenin bahçesinde,ona benzettiğim birini gördüğümde,herhangi bir telefonun sesiyle,bir şarkı çaldığında farkında olmadan dönüp bakıyorum.

Düşünüyorumda ne zaman onu düşünecek olsam en beklenmedik zamanlarda beni arayıp hep nerde olduğumu bulmadı mı?Ne çok severdi süprizleri.
Şimdi birden bire çıkıp gelse.
Zamanın umarsız,kaygısız geçişine aldırmadan bu adada
kalsak.
Gerçek ile rüyanın ayırt edilmediği o saatlerdeki gibi.
Sanki herşeyin üzerinden uçup gidermiş gibi ,
dışındaymışız gibi yaşasak.
Sonu nasıl bitecek diye merakla seyrettiğimiz
filmlerdeki gibi değil de,her izlediğimizde gülümsetip,keyif
veren o film kahramanları gibi olsak.
Bir an için bile olsa,
Bir kez yaşama şansı verilebilseydi.


Ama hayır biliyorum.
Ne yazık ki hiç gelmeyecek..

EKİM 2006
GİRNE

31 Ocak 2008 Perşembe

Bir Şehirde Kaybolmak

Eskiden geceler daha mı uzundu yoksa ben mi daha uykusuzdum bilemiyorum ama iki kişilik
iskandinav koltuğumuzun üzerinde, gece boyunca uzakta belli belirsiz görünen deniz fenerinin ışığını pencere kenarında babamın yetiştirdiği menekşeler üzerinden saatlerce seyrettiğimi hatırlıyorum.

Kocaman bir solunumuz vardı ve bütün kapıları o salona açılan odalarımız.Kenarda kalabalık misafirlerimizin ağırlandığı uzun masa ve ortada tüm evi ısıtacak büyüklükte sobamız dururdu.
Geç saatlerde sobanının içinde kalan kömürün fersiz ateşi ısınmak için yeterdi.Herşey ve herkes uykudayken uyanık olmayı o zamanlar sevmeye başladım.Gündüzü yaşadığım kadar geceyi de yaşamayı seviyordum çünkü.

Yolları biraz sapa kalan bir şehrin çocuğuyum.Bahçelerinde ebruli ortancalar açan, eski,büyük Fransız evlerinin lojman olarak kullanıldığı,şehrin içinde kömür dolu vagonların raylardan hızla geçtiği,küçük balıkları kovalayan yunuslardan ve Şile bandıralı yük gemilerinden başka kimsenin gelmediği yapayalnız bir yerdi yaşadığım.Hükümet binası yıkılacakmış gibi durur,yağmurdan ve kardan sonra sokaklar çamura bulanır,yazları kaldırım kenarlarında otlar biterdi.İnsanlar hiçbir işlerinde acele etmez çünkü yetişecek pek bir şeyde olmazdı.

Şimdi yorgunluktan bol uykulu geçirdiğim gecelerde,yatağa uzanıp bitmeyen işlerin,anlamsız telaşelerin,bütün bir hayat böylesine sıkıcı mı geçecek dediğim anlarda gözlerimi kapatıp o şehirde,evimizin önünde buluyorum kendimi.Bir öğleden sonrası, dev ikiz kiraz ağaçlarının arkasına saklanmışım.Bana sesleniyorlar,duyuyorum.

Birden içim acıyor.Dönsem seslensem Babannem elinde kurabiyelerle çıkıp gelmiyecek mi..O uzun masada konuklar ağırlanıp en güzel sohbetler yapılmayacak mı ?Yoksa masamız çok sevip kaybettiklerim için hazır değil mi ? Ne yazık ki değil..

Şehirde unutulmayan bir sevgili gibi.Çoğu zaman yeniden onunla olmak istiyorum sokaklarında gezmek,denizini koklamak.Ama gidemiyorum.Nazım'ın dediği gibi “ kendisi değil hayalimdeki dünya”.tam işte orda yaşatıyorum.

Şimdi ben burdayım.O en güzel öğleden sonralarından,deniz fenerinden, o unutulmaz
sohbetlerden,balık kovalayan yunuslardan,telaşesiz insanlardan çok uzakta..
Yepyeni bir şehire sığındım artık.Günlük güneşlik rüzgarı olan.
Ve,
Ey şehir diyorum gecen, gündüzünle sarıl bana ve bir daha bırakma...


Ocak 2008
Kemer

21 Ocak 2008 Pazartesi

Ne Kitapsız ne kedisiz...

Bilge Karasu'ya
Ne Kitapsız ne kedisiz...


Karşımda öylece duruyor.Gözleri kapalı.Gözlerini kapatınca Çinlilere benziyor.Öylesine tatlı ki.Tek kulağı gelen sesleri tarar gibi hareketliyken,diğer kulağını yatırmış.Ön patileri vücudunun altında.İlgisiz gibi görünüyor ama bana odaklı.En ufak bir hareketimde gözlerini açıp o sevimli bakışlarını üzerime dikeceğini biliyorum.Sarının her tonunu taşıyor.Tarçın, diye sesleniyorum kafasını çeviriyor,gözleri halen kapalı kendince efendim der gibi..

Şöminenin başında elimde kitapla öylece oturuyorum.Karşımda Tarçın Hanımefendi.Ben onun evinde misafirim.Çok ilgili bir ev sahibesi olmasa da beni kendimle bırakmasını seviyorum.Yanıma gelip çok önemli bir konuşmaya hazırlanır gibi etrafında dönmesi uygun bulduğu yerde kıvrılması sonra o bilge ifadesiyle bakması yok mu.Aklımdan geçenleri bilir gibi..
Yolun kıyısında yaralarından dolayı zar zor yüreyen kucaklayıp sana kim yaptı bunu dediğimde cevap veremeyen köpeği,zehirli etlerden,arabalardan,tekmelerden kaçan onca hayvanı,ellerindeki sopalarla kumruların yuvalarını dağıtan,görüntüyü kapatıyor diye filiz veren ağaçların üzerine çimento dökenleri biliyor gibi..

Tarçın,Çoktandır hoşgörü ve sevgi olmayan bir dünyadayız,diyorum.Bakışlarını benden kaçırıp,önüne bakıyor,ikimizde susuyoruz ve biliyoruz ki böylesi bir dünya hiç de yaşanılası bir yer değil.Kendini güvensiz hissettiğinden midir kucağıma atlıyor, kollarımın arasına uzanıyor.O an birbirimize sığındığımızı anlıyorum.
Kucağımda Tarçın,fincanımda çay,odun ateşiyle,ne kitapsız ne de kedisiz..
Okumaya ve yaşamaya devam ediyorum..


Olimpos Taş Ev
Ekim 2007

Hobbit’i beklerken…

Kendimi bildim bileli bana en sıkıcı gelen günler hep pazarları olmuştur.Eğer çocukluğunuzu benim gibi bir kış şehrinde geçirdiyseniz,karın yerini çamura bıraktığı ve her yerin buz kestiği günlerde yapılacak en iyi şeyin evde oturup televizyon seyretmek olduğunu bilirsiniz.İşte böyle bir pazar günü televizyonda izlediğim siyah beyaz bir film, fantastik edebiyat ve sinema ile ilgili beğenimin temelini oluşturmuştu.7 yaşındaki küçük kızı alıp başka bir ülkeye götüren bu film 1939 Metro Golden Mayer yapımı Oz büyücüsü‘ydü.Film, mutluluğu arayan küçük bir kızın kalp arayan teneke adam,beyin arayan korkuluk ve cesaret arayan aslanla olan yol arkadaşlığını, batının kötü cadısına karşı verdiği mücadeleyi en sonunda küçük kızın aradığı mutluluğu yanı başında, evinin arka bahçesinde bulması ile sona eriyordu.Klasik bir masalın yönetmen Victor Fleming eliyle yapılan bir uyarlaması olan Oz Büyücüsünde küçük kız Dorothy rolünde Judy Garland eşsiz görünüyordu.Filmin unutulmayan müziği Somewhere Over The Rainbow ise dinlerken eşlik ettiğim o güzel şarkıların en başında yer alıyor..1930’ları kapatan Oz büyücüsünün üzerinden yıllar geçti.Sinema teknolojisinin gelişmesi nedeniyle fantastik filmler artık yeni bir gerçeklik kazanmaya başladı.Filmler günümüzde sadece masalların diğer yorumları olarak değil aynı zamanda sinema diliyle ve sinemasal anlatımla oynadıkları için de fantastik olabiliyor.

Bundan 50 yıl önce Oxford Üniversitesinde çalışan bir İngiliz Dili Profesörünün kendisine ve çocuklarına ait bir dünya yaratıp,elfler,hobbitler ve ejderhalar üzerine kitaplar yazmasını soylu yazın ortamı küçümseyerek karşılamıştı.Oysaki
şimdilerde Fantastik edebiyat en çok tercih edilip okunan yazın türleri arasında geliyor.

“Hobbit;Ordaydık ve Şimdi buradayız” ülkemizde yayımlanan ilk Tolkien romanı.Yüzüklerin Efendisi üçlemesine giriş niteliğinde olan Hobbit,kendinden sonra gelecek olan fantastik kurgu romanları arasında biraz çocuksu biraz masalsı kalsa da onun fantastik kurguda bir ilk olduğunu unutmamalıyız.

Hayranlarının,dünyayı okuyanlar ve okuyacak olanlar diye ikiye ayırdığı Yüzüklerin Efendisi üçlemesi ise yarattığı büyülü atmosfer nedeniyle yıllar geçtikçe değerine değer katan bir eser oldu.Küçük bir yüzük etrafındaki iktidar oyunlarını ve gücü elde etmek isteyenlerle o gücü yok etmek isteyenler arasında ki savaşı konu alan eserin filmi Peter Jackson yönetmenliğinde yapıldı.Üçlemenin beyazperdedeki gösterimi de dünyanın farklı bölgelerine dağılan kaynakların,tıpkı bir güç yüzüğü gibi bazı ülkeleri fazlasıyla çektiği ve bir çok ülkenin her zamankinden daha fazla karıştığı döneme denk gelmesi de ilginç bir tesadüf olmuştu.Tutkunlarının toplam dokuz saat boyunca aralıksız izlediği Yüzüklerin Efendisi üçlemesi adeta izleyenleri baştan çıkararak başka bir dünyaya, Orta dünyaya götürmeyi başarıyor ve kimse bu fantastik ortamın sona ermesini istemiyordu.

Benim gibi Tolkien tutkunları aslında Yüzüklerin Efendisinden önce hem okunması hemde izlenmesi gereken Hobbit’i beyazperdede görmeyi beklerken üçlemenin ödüllü yönetmeni Peter Jackson çocukluk hayalini,yani King Kong’u çekmekle meşguldü.Fakat King Kong gibi bir devi yeniden gösterime sokmak en az onun kadar tehlikeli olabiliyordu.Çünkü Kong’un karşısına fantastik edebiyatın bir diğer ismi C.S.Lewis’in 7 ciltlik eseri Narnia Günlükleri ‘nin ilk sinema filmi Aslan,Cadı ve Dolap çıktı.
Tolkien’la aynı üniversitede profesör olan Lewis’in aynı adlı serisinin ilk kitabından uyarlanan film,2.Dünya savaşında zarar görmemeleri için bir yakınının çiftliğine gönderilen dört kardeşin burada keşfettikleri fantastik dünyadaki maceralarını aktarıyordu.Ortaçağ ve Rönasans konusunda ihtisas yapmış olan Lewis kitabın önsözünde kendi okumak istediği gibi kitaplar yazdığını belirtmesi, yarattığı hayali dünyanın zenginliği ve inandırıcılığı bakımından eserin zamana meydan okuyan bir klasiğe dönüşmesini sağladı.Narnia Günlükleri ,ne Harry Potter gibi ne de Yüzüklerin Efendisi gibi son dönemde okuyucunun önüne konulan bir eser değil aksine bugüne kadar 85 milyon kişinin okuduğu,oldukça bilinen ve sevilen bir kitap olması filmin gişe başarısını da artmasına neden oldu.
Tek başına sinemaya gitmeyi alışkanlık haline getirmiş tüm insanlar gibi,mutsuz olduğum her an sinemanın beni pembe düşler ülkesine götürmesine izin veriyorum.Böyle bir günde izlediğim Narnia günlüklerini seyrederken tanıdık bir heyecanla karşılaştım;içimdeki yedi yaşında Oz Ülkesini keşfeden çocukla.Belki de buna Narnia Günlükleri yapımcılarının, Aslan ve Cadı karakterlerini oluştururken Oz Büyücüsü’ndeki Aslan ve Cadı’dan fazlasıyla esinlendiklerini belirtmeleri neden olmuştu.Yıldız oyunculardan yoksun kadrosu ve şişkin bütçesiyle Andrew Adamson yönetmenliğinde çekilen Narnia Günlükleri serisinin devamı olan Prens Caspien'ın 2008 yılında gösterime gireceğine dair söylentiler konuşula dursun,ben ısrarla diğer tutkunlar gibi Hobbit’tin kavuğundan silkelenerek çıkmasını bekliyorum.


Bilbo Baggins,hiçbir hırsı olmayan ve rahatına düşkün bir hobitti.Bir gün birçok cüce ve Gandalf ismindeki bir büyücü gelip ejderin el koyduğu altınları çalmasını istedi.Zavallı Biblo,hırsız olmadığını anlatmaya çalıştı ama kafile gönülsüz bir hırsızla yola koyulmuştu bile.Hırsızlıktan dünyadaki en kudretli şeyi yanında gezdiren yüzük taşıyıcılığına yükselen
Biblo Baggins’in macerası,yaşadığı dünyayı kötülükten kurtarmak için yapılan , görkemli
yolculuğun bir hikayesi
Kuşkusuz fantastik film yapımcıları,sinemanın bir aksiyon ama düşten ve hayal gücünden yoksun olmayan bir aksiyon olduğunu ,en güzel maceraların yaşananlar değil,yaşanması hayal edilenler olduğunu,bir tür serüven tutkusunun peşine takılarak büyüse bile hep çocuk kalacak ruhların sinemada ne aradığını biliyorlar.Benim gibi, fantastik edebiyat tutkunları açısından ise göreceğimiz kurguların tıpkı düşlediğimiz gibi görkemli olacağına inancına sahip Hobbit'i bekliyoruz.

Tolkien’in bütün yapıtlarında dediği gibi;
Buraya ait değilseniz uzağa en uzağa gidin.Bilgi yoksa kurgu da mı yoktur ?

En güzel fantastik kurgu da ;Hobbit’te buluşmak üzere…



Yurdanur Duman

Şubat 2006
Antalya