23 Şubat 2010 Salı

ZİRVEDE


Herşey çok güzel bir süprizle başladı.Harika bir hafta sonu geçirdim.Deniz kıyısında sıcaktan gevrerken kendimi eksi 13 derecede hemde tipinin ortasında buldum.Nasıl mı ? Hadi anlatayım.Zaten anlatmazsam da çatlarım :)

Geçtiğimiz hafta malum sevgililer gününde sevdiceğimle birlikte heryerin ıncık cıncık kalplerle süslendiği alışveriş merkezlerinden adeta kaçarak uzaklaştık.Kemer'de deniz kenarında bir yandan güneşe sırtımızı verip diğer yandan da dondurmayı bir güzel midemize indirirken tam karşımızda bize olanca çekiciliği ile bakan Tahtalı dağını gördük.Geçtiğimiz yılda böyle ani kararla çıkmıştık o zirveye..Yeniden neden olmasın diye düşündük ve kendimizi Tahtalı Teleferiğinin ilk istasyonunda bulduk.


Geri kalanını nasıl anlatsam bilemiyorum.Eğer yükseklik korkunuz yoksa bu deneyimi mutlaka yaşamanızı öneririm.Avrupa'nın en uzun teleferiği olan Tahtalı ,Kemer'i geçtikten sonra Tekirova'da bulunuyor.Yükseldikçe altınızda kalan ağaçları,minik şelaleri seyrederken şansınız varsa yaban keçilerini de görebilirsiniz.Tabii eşsiz bir Akdeniz manzarasını da.Yükseldikçe bulutlar arasında kaldığınızdan kendinizi hidayete ermiş gibi hissetsenizde bir müddet sonra yavaş yavaş açılan sis bulutları arasından muhteşem bir tesisin yavaş yavaş kendini gösterdiğini göreceksiniz.

2365 Metrede yapılan ve herşeyin düşünüldüğü güzel tesise adım atar atmaz dışardaki fırtınanın etkisiyle gözlerimizi açamadık.Ve doğruca kapalı yere kendimizi attık.
Harika bir sıcak şarap kokusu tarçın ve karanfil eşliğinde etrafımızı sarıverdi.
Benim gibi kara hasret kalanlarla birlikte eksi 13 dereceye ve tipiye aldırmadan kendimi dışarıya attım.Altımda karlar ,etrafımda eskimo evlerine benzeyen oyuklar.
O oyuklar Nefes filmi içinmiş,içeride Nefes filminin afişlerini görünce anladım.Film seti olarak orayı kullanmak akıllıca olmuş.

Aşkım,ben hoplayıp zıplarken kayıp düşmemem için sıkı sıkı elimden tuttu.Bende başıma geçirdiğim siyah kapşonum ile penguen pertevler gibi paytak paytak yürüdüm.
Sonra içerde sucuk ekmek keyfi.Ardından içilen sıcak şaraplar.


O gün iki saatimizi zirvede geçirdik.Aşağıya indiğimizde sıcak bir öğleden sonra güneşi içimizi ısıtıyordu.Biraz önce o soğuktan şimdi böyle güzel bir ılımanlığa gelmek çok garip.Madem hava bu kadar güzel dünyanın en güzel portakallarının olduğu yere gidelim mi dedim.Dedim ama aşkım çoktan Finike yoluna girmişti bile.Hiç kaçırırmıyız o güzel pazarı.


Mutluluğun tanımını birçok insan farklı yapar.Bence mutluluk biraz sınırsız hareket edebilmektir.Hayat bazen eksi 13 derecelerde tipilerde gözlerinizi bile açamadığınız sertlikte olurken elinizden tutan ayakta kalmanızı sağlayan sıcacık bir el verir bize,sakinleşip durulduğunda ise, konuşmadan anlaşabileceğiniz hayat arkadaşınızı yanıbaşınızda bulmaktır biraz da..İşte bu hayat onca üzüntüye,sıkıntıya rağmen bunların farkında olmak ve dünyanın en güzel,en leziz en mis kokulu portakalını birlikte yemek değilse başka da nedir ki ?.

Hadi kalın sevgiyle :)

11 Şubat 2010 Perşembe

TİFFANY'DE KAHVALTI

Bazı filmler vardır,hayatınızın kırılma noktasına denk gelmiş sizde derin izler bırakmıştır.

Ülkemizde romantik komedi türüne dahil edilen ancak son derece komplike iki karakterin etrafında gelişen olayları anlatan "Breakfast at Tiffany's" (Tiffany'de kahvaltı)hayata tutunamamış iki insanın Manhattan'da kesişen hikayesinin ustalıkla anlatır.
Kapıldığımız ümitsizlikle kendi okyanusumuzun dibine batarken "Hiçbir şey için geç değil" mesajı veren film garip bir iyimserlik duygusuyla sizi sarıp sarmalar.


Şimdi tam Tiffany'de kahvaltı'nın zamanı.Sinema tarihinin yağmurun altında geçen en romantik final sahnesini,dışarda yağmur yağarken seyretmekte eminim bir başka tad verecektir. Henry Mancini'nin unutulmaz şarkıları eşliğinde filme biraz gezinti yapalım mı ? :)

8 Şubat 2010 Pazartesi

EY AŞK,NE GÜZEL BİR ŞEYSİN :)


Herkese güzel bir hafta dileyerek başlamak istiyorum sözlerime.Bu hafta içim kıpır kıpır.Daha önceleri hiç hissetmediğim şekilde kışın romantizmini yaşıyorum.


Şu sıralar her yer kalplere bürünmüş her yer kırmızı..Daha önce anlamsız bulduğum şeyler şimdi pek güzel görünüyorlar gözüme.

Bakın, çok sevdiğim teneke kutulardan bulabildim sonunda.


İçini ise aşk ile yoğrulmuş kurabiyelerle doldurdum hafta sonu :)

Vazgeçilmezim "penguen" ise bu hafta ise harikaydı :)

Yağmur ve Aşk temalı güzel şehirden, sevdiğiniz kadar sevileceğiniz güzel günler dileğiyle.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Tanrım, beni kendini beğenmişlerden koru !

-Ben bu şirketin beyniyim,çok yakında anlarlar zaten kıymetimi !

Bir yandan bilgisayarımdaki küçük sorunu halletmeye çalışırken diğer yandan da bunları söyledi.Duymamış gibi yaptım.Ufacık bir sorunu hallederken bunları dersen ooo çok işimiz olacak seninle dedim içimden.Ne gerek var böyle cümleleri sarfetmeye.Bırakta kıymetini sen söylemeden yaptığın işler karşılığında biz anlayalım değil mi..Yok ama.Herkes ona mecbur kalsın hepimiz peşinden koşalım bir şeyler soralım yanıtlar sadece onda olsun.O olmadı mı işler yürümesin.Şu kapitalist düzende herkesin bir alternatifi olduğunu bir gün hangi acı tecrübeyle anlıyacak acaba.
Facebook'um yok benim ,kaydolmadım.Şimdilerde aşkımın facebookunu arada bir kullanıyorum.İncelik yaparak kendine ait hesabı ikimizin de kullanabileceği hale getirmiş.Orda dikkatimi çeken şu oldu,profilime kim girmiş ne kadar bakmış,kim resimlerime bakmış,kim beni takip etmiş şeklinde bir sürü gruplar var.Ve kimisi de buna üye olmuş.Merak ediyorum bu insanlar ne sanıyorlar kendilerini ?O kadar önemliysen ve bulunmaz hint kumaşıysan bir sosyal paylaşım sitesinde ne işin var değil mi?
Bundan altı yıl kadar önce iş aradığım bir dönemde o zamanlar adı yabancı şimdilerde ise Türkçe olan bir sigorta şirketine iş başvurusunda bulunmuştum.Yazılı ve sözlü sınavlardan geçtikten sonra mülakata çağrılmıştım.Bu bölgeye yeni genel müdür olarak atanmış ve nedense orda çalışan bayanların pek bayılarak baktığı (!) snop bir adam beni mülakata almıştı.Kendi başarılarından,yurt dışı seyahatlerinden bahsettikten sonra en nihayet konu bana gelmişti.

Hani başvuru formunda sorulur ya takip ettiğiniz gazeteler ve dergiler diye.O zaman "Harper's Bazaar" dergisine aboneydim onu belirtmiştim formda.İşte o snop adamın gözü o yazıya takıldı.Kahkahalar atıp benim halı,kilim dergisi mi okuduğumu sordu.Şaşırdım çünkü Harper's Bazaar yıllardır Avrupa'nın bir numaralı kadın moda dergisiydi ve Türkçe'de yayımlanıyordu.

Açıkladım ama anlamadı çünkü yanındaki asistanı ile birlikte bana gülmekle meşguldü.Ve o formun üzerinde adımın yazılı olduğu yere bir çizik attı.Sanırım kendimi farklı göstermek adına böyle bir şey yaptığımı düşündü.Oysa benim gözümde düştüğü durum çok daha utandırıcıydı.

Geçen gün Coco Chanel'in hayatının anlatıldığı filmde Harper's Bazaar dergisi ile ilgili bir bölüm geçtiğinde hatırladım bu anıyı.Bir zaman çok üzüldüğün bir şeye yıllar sonra gülüp geçebilmek ne güzel.

İşte bazen kendini dünyanın tam merkezinde sanan insanlarla çalışmak zorunda kalırız.Alternatifini bulur bulmazda yüzüne bile bakmayız.
Bazen çok şey bildiğini sanan ama hiçbirşey bilmeyen bir adamın bir kalem hareketiyle çizik atılır adınızın üzerine.İşe ihtiyacınız olduğunu belli etmemeye çalışarak kalkıp gidersiniz başınız dik bir şekilde.

Bugün yakınma havasındayım.
Neyse,birgün tüm abartılardan uzak,hayatın sadeleştikçe güzelleştiğini herkesin anlaması dileğiyle.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Evde olmak güzeldir



Soğuk kış günlerinde hepimiz evde olmak,evin sıcaklığını ve rahatlığını doyasıya yaşamak isteriz değil mi.Belki de ben öyle hissettiğim için herkes bu şekilde düşünüyor sanıyorumdur :)
Geçen gün paşabahçe mağazasını dolaşırken yeni temalı ürünlerde yazan "Evde olmak güzeldir" sloganı öyle çok hoşuma gitti ki bu sevimli kupadan alıp doğruca eve gitmek isteğine karşı koyamadım.

Malum gecelerde uzun.Televizyon bir yere kadar seyrediliyor.Kitaplarıma sarıldım bende.Birbirinden güzel üç kitabı bir nefeste okudum.Okuduğum kitaplar içinde en hoşuma gideni Erdal Demirkıran'ın "Sadece aptallar sekiz saat uyur " kitabı oldu.Kendimi bildim bileli 7 ila 8 saat arasında uyuyan ben, bu kitap sayesinde yavaş yavaş uykumu azaltmaya başladım.Kitapta yer alan uyku sindirme programına şimdilik harfiyen uyuyorum.Böylelikle yapmak istediklerim için artık vaktim yok şeklinde bir mazeretim olmayacak:)


Eh tabii hep evde de olmuyor.Güzel bir fırsat yakalayınca değerlendirmek lazım.Samsun Sanat Tiyatrolarının sahneye koyduğu Turgut Özarkman'ın "Diriliş" eseri bu yıl seyrettiğim ilk tiyatro eseri oldu.Bu konuda Color's of Angel'ım kadar aktif olmasamda Antalya'da sadece iki gün sergilenen bu oyunu kaçırmadan seyredebildiğim için çok mutlu oldum.


Dışarda hava soğuk.Penguen pertevler yaptım bir sürü.
Dağlarımız karlı.Bize gelen ne yazık ki sadece o karın soğuğu.
Şimdi sıcacık bir şeyler içip şöyle güzel bir müzik dinlemenin tam zamanı.
Biraz eskilerden,Oz büyücüsü filminden,evini arayan Dorothy'nin şarkısı
"Somewhere Over The Rainbow "